www.birdelikizinturkusu.blogspot.com

bir deli kızın türküsü

Comments: (0)
9 ay karnımızda taşıdığımız; yüzünü, sesini, herşeyini heyecanla, hevesle beklediğimiz altın toplarımızdır onlar bizim.
Doğumda çekilen sıkıntılar bile önemsizdir kucağınıza ilk aldığınız anda onu. Annesi olduğunuzu bildiği, sizin, sütünüze ulaşmak için, koklaya koklaya tırtıl misali kıvrılır dururlar. Hep gülsün, doysun, mutlu olsun, sağlıklı olsun istersiniz. Göğsünüzde uyuyakaldığında , bütün ağırlığını bıraktığında, içinizi kocaman, tarifsiz bir sıcaklık sarar. Hem candır, hem canandır o.
Onu gözünüzden bile sakınırsınız. Her gün biraz daha büyüdüğüne şahit olmak, bütün uykusuzluklarınızın, yorgunluklarınızın ilacı olur. Herşey güzeldir o olunca, onunla. Babasıyla  sizin bir parçanızdır o.  Tektir, mükemmeldir, kusursuzdur sizin için o. Anne olmak dünyanın en tarif edilemez duygusudur. Çünkü hem candır, hem canandır o.
Comments: (0)
  Geçen gün "Doktorum" programına Doğan Cüceloğlu bey katıldı. Birkaç saat boyunca ekrana kilitlenip kaldım. Söyledikleri o kadar güzel ve mantıklıydı ki ve o kadar hoşuma gitti ki not etme ihtiyacı duydum. Sohbeti esnasında başından geçen bir olayı da anlattı ve o olay bizim toplumumuzun doğru bildiği yanlışları o kadar güzel anlatıyordu ki sizinle paylaşmak istedim.
  "Doğan bey yüksek tahsilini Türkiye'de bitirmiş ve yurtdışına gitmiş. Burada ünlü bir doktorun asistanlığını yapmaya başlamış. Kendisi gibi asistanlık yapan birkaç doktor daha varmış. Bu asistan arkadaşlarından birinin bebeği varmış ve bir gün bebeğini Doğan Bey'in de bulunduğu bir ortama getirmiş. Bebek koltuğun kenarına tutunup tırmanmaya çalışıyormuş. Oldukça mücadele etmiş. Doğan bey dayanamamış ve bebeğe yardım edip koltuğa çıkmasını sağlamış. O, bebeğin babasının kendisine teşekkür edeceğini düşünürken, hiç memnun olmadığını görmüş. Doktor arkadaşı "- Sen ne yapıyorsun?" demiş. Doğan bey şaşırmış. İyi bir tepki beklerken; farklı bir tepkiyle karşılaşmış. Ve tabii ki bunun sebebini anlayamamış. Sormuş.
  Asistan arkadaşı "- O, orada koltuğa çıkmak için mücadele veriyordu.Belki bir saat uğraşacaktı ama çıkacaktı. Çıkamasa bile bunun için uğraşmış olacaktı. Ve eğer çıksaydı, ben baş parmağımı kaldırıp ona "-Aferin." diyecektim." demiş. Doğan bey, söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu düşünerek kendisine hak vermiş.
  Biz Türk insanı "Haticeye değil, neticeye bakarız." Ne kadar yanlış. Biz sadece sonuç odaklı yaşarız. Başarmak için verdiğimiz çaba, mücadele önemli değildir. Ama yanlış işte.Sonuç muhakkak önemli ama verdiğimiz mücadele de çok önemli. Ve bu mücadele sonucu kazansakta kazanamasakta yılmadan denemek çok önemli. 
  Doğan bey bir şeyi daha sorma ihtiyacı duymuş. "-Neden başarsaydı alkışlamayacaktın, tezahüratlar yapmayacaktın ?" demiş. Arkadaşı " Eğer ben sevinç gösterileri yaparsam, o başarısının sevincini, mutluluğunu yaşayamaz. Ben onun sevincini elinden almış olurum. Ve bu sefer yapması gerektiği için, kendisi için değil; alkış için yapmaya başlar. Her başardığı işte çevresine bakıp alkış bekler. "-Alkış yoksa yapmam." demeye başlar. Halbuki bu kendi başarısı. Ve kendisi için yapmalı." demiş.
  Doğan bey "-O gün, iki şey öğrendim." dedi."- Birincisi mücadelenin sonuçtan daha önemli olduğunu, ikincisi ise başarının takdir edilmesi gereken ama abartılmaması gereken birşey olduğunu. Çünkü kişinin bunu önce kendisi için yapması gerektiğini ve başardığı için duyduğu sevincin, başkalarının alkışından çok daha önemli olduğunu."dedi.
  Sonuna kadar katılıyorum.

Comments: (0)
  Çağın yeni hastalığı obezite. Bu hastalık büyükleri olduğu kadar maalesef çocukları da etkilemekte.
  Geçen gün televizyona yine bir uzman çıktı. Konunun ne kadar önemli olduğunu anlattı. Özellikle çocuklukta başlayan obezitenin, ileride birçok ciddi hastalığa sebep olabileceğini belirtti. Kesinlikle katılıyorum. Fast food ile makarna, patates cipsi ile büyüyen çocuklar değildik biz. Ailemizin bir yemek saati olurdu ve sebze, meyve, et ürünleri, süt ürünleri yerdik biz. Kahvaltı ederdik.
  Zaman değişti. Şimdi çoğu evde anneler de çalışıyor. Evin geçiminin sağlanması için o da çalışmak zorunda kalıyor. Durum böyle olunca; ya bakıcılar ya da anneanne/babaanneler çocuklara bakmaya başlıyor. Bakıcılar, "istisnalar kaideyi bozmaz", çocukların yeterince dengeli beslenmesini sağlayamayabiliyor, yeterince ilgilenemeyebiliyor. Anneanne/babaanneler ise, "istisnalar kaideyi bozmaz", kendilerine emanet edilen çocuğa iyi baktıklarını ispatlayabilmek için, çocuğa durmadan yemek yediriyor. Ayrıca çok sevdikleri için, onlara zarar verebilecek yiyecekleri yemelerine de göz yumabiliyorlar. Eğer çocuk şanslıysa ve annesi bakabiliyorsa; yemezse çocuklarının açlıktan öleceğini düşünen anneler, çocuklarını zorla yedirmeye başlıyorlar. "Yemezsen arkandan ağlar.", "Yemezsen seni köpekler ısırır" gibi çoğaltılabilecek birçok söylem kulaklarınızı çınlatıyordur sanırım.
  Bütün bu saydığım kişiler, bunları sağlıklı yiyecekler vererek yaptıkları gibi, sağlıksız yiyecekler vererekte yapabiliyorlar. Bebek ve çocuklara bol miktarda patates cipsleri, çikolatalar, asitli içecekler, fast food yiyecekler veren ebeveynler, anneanne/babaanneler, bakıcılar da var.
  Bütün bunları topladığınızda oluşan tablo ise obezite. Sağlıksız bir gelecek, sağlıksız bir toplum. Bu nedenle yemek alışkanlıklarımızı tekrar gözden geçirerek, bebeklerimize, çocuklarımıza geleneklerimizde de olduğu gibi ev yemekleri vermeli ve daha çok yemek yemesi için zorlamadan, baskı yapmadan büyütmeliyiz.
 
Comments: (0)
  Güneşli bir güne uyandım bu sabah. Camı açıp alabildiğime çektim temiz havayı ciğerlerime. Karşımızdaki apartmanın havuzunda yıkanan martıları gördüm. Büyük bir aceleyle suya batıp batıp çıkıyorlardı. Bir an, su ihtiyaçlarını oradan karşılayabileceklerini düşündüm.Ama acaba aç mıydılar? Sokaklarda yaşayan kediler, köpekler, kuşlar,...
  Babam, sıcak bir yaz günü, dükkanının kapısının önüne bir kova su koymuştu. Bu suyun neden koyulduğunu anlayamayıp sormuştum. "- O su, hayvanlar için." demişti. Yoldan geçen kediler, köpekler, serçeler hatta arılar bile suya geliyorlardı. Kim bilir, bu sıcak günde ne büyük bir nimet olmuştu onlara. Babamın bu hareketi hem çok hoşuma gitmiş hem de çok mutlu etmişti beni. O gün düşünmeye başladım hayvanların susuzluğunu ve açlığını.Piknikte, karınca yuvalarının yakınına ekmek parçaları bırakıyor, bahçede kedi, köpek görsem hemen yiyecek ve su indiriyordum. Hatta bir gün, arabamızın lastiğini değiştirmek için babama yardım ederken; bahçede görüp, hemen takip ettiğim kirpiyi bile besledim :)
  Bu huyum hala devam eder. Evde kalan bayat ekmekleri ıslatıp, mutfak camının pervazına bırakırım. Güvercinler, kumrular gelir, yiyerek giderler.
Çevremizde bizim dışımızda yaşayan bir sürü canlı var. Ve onlar maalesef bizim kadar şanslı değiller. Biz açlığı, susuzluğu yaşamazken, onlar açlık ve susuzluğa rağmen yaşamaya çalışıyorlar.
DEĞERLENDİRME:

Dedem, mesleğiyle ilgili anılarını anlatırken çok mutlu ve heyecanlıydı. Adeta o günleri tekrar yaşıyor gibiydi. Mesleğinden gurur duyduğu belli oluyordu.
Ailesiyle ilgili konularda ise, özellikle annesi ve babası, oldukça duygusaldı. Sık sık gözleri doluyor; bu kısımlara elinden geldiğince girmemeye çalışıyordu.
Genel olarak konudan fazla sapmadı. Mesleği ile ilgili konuları öğrenmek istiyordum. O da bu çerçeveden ayrılmamaya özen gösterdi. Beni hiç zorlamadı ve konuya sadık kaldı. Akıcı bir konuşmaydı. Merak ettiklerimi öğrendim ve bu çalışmadan çok memnun kaldım.


BİTTİ
Bizi çok üzdüler

Emekliler Derneği başkanlığı süresinde; senelerce hizmet verdikleri kuruluşun üst kademesi emeklileri, vefat eden Genel Müdür Sayın Nezih Neyzi Beyin onlara layık görerek tahsis ettiği mekandan çıkarmak için mahkemelere vermişler. Ve uzun uğraşılar, onlara maddi yönden zarar vererek üzülmelerine neden olmuş.
"Ama bizi çıkarmayı başaramadılar, halen aynı mekanda oturmaktayız." diyor gülümseyerek.
Bütün savaşı arkadaşlarının sokağa atılmaması. Dernek sayesinde, aynı mesleğe gönül vermiş bütün arkadaşları biraraya geliyor.Bu onun için çok önemli.

Gece, gündüz çalışmanın ödülü

"Enspektörlük dönemimde teknik müdürümüz çeşitli gece görevleri verirdi. İstinye Tersanesinde, Haliç Tersanesinde onarım için bağlı gemilerin emniyetiyle ilgili olarak , çok kere karlı, fırtınalı havalarda, gece saat 23:00te tersanelere giderek nöbetçi personelin kontrolünü yapardım. Ve durumu raporla bildirirdim. Bu hizmetlerim amirlerim tarafından değerlendirildi. İkramiye ve maaşıma üst derece verilerek, bu zorlukları umursamadığımdan taltif edildim."
Bu zorluklar onun için çok doğal. Hatta bunları zorluk olarak hiç görmemiş.
"Mesleğimdi, çağırdılar, gittim." diyor.
Memnun olmamak mümkün değil

Denizciliğin, meslek olarak çok zor ve çok güzel bir görev olduğunu düşünüyor ve ona göre memnun olmamak mümkün değil.
Ciddileşti.
"Yedek subaylığım dahil 39 sene 7 ay hizmet gördüm ve şerefimle emekliye ayrıldım." diyor.
Senelerce denizlerde bir sürü hadiseyle karşılaşmış, yine bunlara dönüyor. 1950 yılında onarılan Bakır Şilebiyle, 87 yolcu alarak, yolcu salonunun önünden, süvarimiz Aziz Derya Kaptanın Komutasında merasimle Amerika'ya hareket ettik. Cebeli Tarık Boğazından çıkışımızı müteakip fırtınaya yakalandık ve çok zor şartlarla 3 ay sonunda Amerika'da gemiyi bağladık. Bu anım hiçbir zaman hatırımdan çıkmamaktadır. Amerika'da 3 ay kaldık ve gemide meydana gelen hasarlar tamir edildikten sonra Türkiye'ye hareket ettik. Dönüş yolculuğumuz, gidiş yolculuğumuzun aksine gayet rahat ve zevkli geçti."

Yaprak Dökümü

Görev süresi içerisinde babası vefat etmiş. Amirlerinden izin alarak İzmir'e gitmiş ve cenazesinde bulunmuş. Aradan 9 yıl geçtikten sonra da annesi vefat etmiş, gene izinli olarak İzmir'e gitmiş ve cenazesinde bulunmuş.
"Tabii bu vefatlar, ne de olsa beni ve eşimi çok üzüntüye sevketti." diyor. Gözleri doldu. "Bu arada ağabeylerim, ablalarım vefat etti. Yalnız Hatice ablamın vefatını bana bildirmediklerinden onun cenazesinde bulunamadım." Bu ayrıntıyı atlamıyor. Kızgınlıkla karışık bir üzüntü duyduğu belli.



Delikanlıyı kurtardım

"İskenderiye'de kaldığımız 2 günde yolcularla birlikte Kahire'yi gezmeye gittik. Bu arada, yolcularımız arasında yeni evli bir delikanlıyı Arap kızlar kaçırdı. Ben engelleyerek delikanlıyı kurtardım."
Başından o kadar çok şey geçmiş ki; bu olaylar ona sıradan gelmiş olacak; fazla üzerinde durmuyor. Hemen başka anılarına yöneliyor:
"Çalıştığım süre içerisinde Hayfa seferimizde çok defa Kudüs'e giderek Mescid-i Aksa'da ve Hz. Ömer Camiinde ibadet ettim. Ve o bölgenin sakıncalı olmasına aldırış etmeyerek, 55 km. uzaklıktaki Halil-ül Rahman kasabasında, İbrahim peygamberin ve aile efradının gömülü olduğu, Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılmış olan Selatin Camiini ziyaret ettim. Daha önce İstanbul'dan göç etmiş ve orada orduya katılmış İsraillilerden çok yakınlık ve yardım gördüm. 2. gün Hayfa'dan hareket ettik ve Kıbrıs(Limasol) ile Rodos Adası Limanlarına uğrayarak İzmir'e geldik, oradan da İstanbul'a geçtik."






Bu hayırlı işi ben de kabul ettim

"Devlette göreve başladıktan sonra, 1946 yılında, İzmir'de bulunan babamın çağırmasıyla İzmir'e gittim.
Çağrılma sebebim, babamın asker arkadaşının torunuyla evlendirilmekmiş. Bu hayırlı işi ben de kabul ettim ve 1930, İstanbul Kozyatağı doğumlu Necla Bilgin ile evlendim. Bu evlilikten oğlum Osman Nuri(1947), kızım Tülay(1948) ve oğlum Orhan(1956) dünyaya geldi."
Oğlu Osman Nuri'yi 16 yaşında kanserden kaybetmiş, Orhan'ı ise 35 yaşında trafik kazasında.Sadece kızı Tülay hayatta.(yani annem)
Bu konunun açılması bile onu tedirgin etti. Süratle konudan uzaklaşıyor.
Necla Hanımla evlendikten sonra, birçok sefere onu da götürmüş. Bunların içerisinde en uzun 30 günlük Akdeniz turu onun için en ilginç olanı. Hemen anlatmaya başlıyor.
"İstanbul'dan hareket ettik; Pire, Napoli, Cenova, Marsilya ve Barselona'da demirledik. İlk durağımız Pire Limanıydı. Buradan 2 gün sonra hareket ettik ve Marsilya, Cenova, Napoli Limanlarına geldik. Gece 24:00te hareket ettiğimizde dışarıda 10 şiddetinde denizle karşılaştık. (Bu tarihte Enspektör olarak görev infaa etmekteydim.) Dalgalarla boğuşarak çok zor şartlar altında İskenderiye Limanı yolcu salonu önüne bağladık. Orada 2 gün kalarak hareket ettik ve gene fırtınalarla boğuşarak Kıbrıs - Magosa Limanına gemiyi bağladık.
Eşim fırtınalardan çok korktu ve Magosa'da gemiden ayrılarak, Magosa-Mersin seferi yapan feribotla İstanbul'a gitti." kendini tutamayarak gülüyor ve hemen ekliyor:
"Bu seyahatlerimiz esnasında, uğradığımız tüm limanları eşime gezdirdim. O da çeşitli alışverişler yapmayı ihmal etmedi."
1960 yılında kurulmuş olan Denizcilik Bankası Emeklileri Derneğinin, 1978 yılı Eylül ayında yapılan genel kurulunda, derneğin genel başkanlığına seçilen ve halen bu görevini sürdüren dedem, Ali Rıza Atasayan, 2 Mart 1335 (miladi 1919) tarihi İzmir doğumlu.
Babası Ahmet Nuri, köken olarak Cezayirliymiş. Annesi Gülsüm Hanım ise bir Kürt.


Sefere falan gitmem!

“Dedem denizci olması nedeniyle, Cezayir-İstanbul-İzmir seferleri yapmaktaymış.Yine böyle bir sefer sırasında dedem, babamı yanına almış ve şiddetli bir fırtınaya tutulmuşlar.Gemileri İzmir’e demirlediğinde ; babam dedeme “-Baba, ben artık sefere falan gitmem.” diyerek İzmir’de okuluna devam etmiş.” diyor ve devam ediyor.
“Babam tahsili sonunda Topçu asteğmeni olarak orduya katılmış ve 30 sene hizmetten sonra Çakılı Topçu Albayı olarak emekliye ayrılmış. Subay çıktıktan sonra, annem Gülsüm Hanım, Kemaliyeli(Erzincan) ve İzmir Baş oturakta Hamidiye ve Mecidiye Hanlarının sahibi olan babası İbrahim Ethem’in rızası ile babamla 1311(hicri) yılında evlenmiş.”
Bu evlilikten dedem Ali Rıza Atasayan, ağabeyleri Fuat, Niyazi, ablaları Hatice, Hikmet ile kardeşi İbrahim Ethem dünyaya gelmişler. Şu anda sadece kardeşi İbrahim Ethem yaşıyor.
  Okul hayatı 1925 yılında İzmir-Dumlupınar ilkokulunda başlamış, Karataş ortaokulunda devam etmiş.
“Ortaokuldan sonra babam beni İstanbul’a getirerek; Ortaköydeki Yüksek Denizcilik Okuluna yatılı olarak kaydettirdi.” Babasının bu kararı, denizciliğe olan düşkünlüğüyle birleşince hayatının dönüm noktası olmuş.
“Bu tahsilim de 3 yıl sürdü. Arkasından Devlet Denizyolları ve Liman İşletmesi Genel Müdürlüğünde Güverte Zabiti olarak, devlet memuru statüsünde göreve başladım.
Çeşitli gemilerde kaptan olarak görev yaptım ve hizmetimi 1978 yılı Temmuz ayında noktalayarak Güverte Baş Enspektörü olarak emekliye ayrıldım.”
Emekliye ayrılması, onu bu meslekten koparamamış.1960 yılında kurulmuş olan Denizcilik Bankası Emeklileri Derneğinin 1978 yılı Eylül ayında yapılan Genel Kurulunda derneğin Genel Başkanlığına seçilmiş ve halen de kimsenin sırrını çözemediği bir heyecanla, yorulmak nedir bilmeden çalışıyor. Arada bir “Yoruldum, bırakıyorum” dese de; tutkuyla bağlı olduğu mesleğini bırakması pek mümkün görünmüyor.

Comments: (0)
  Sizlerle ilk paylaşımımı; üniversitede okurken, “Türkiyede Toplumsal Bellek” isimli dersimiz için, benim hayatımda çok önemli bir yeri olan dedemle birlikte hazırlamış olduğumuz yazımla yapmak istiyorum.
  Dedemi kaybettik. Yaşadıklarımız, anılarımız, anlattığı hikayeler ve bu güzel paylaşımıyla kalbimde çok özel bir yere sahip. Umarım bu yazıyla, sizlerin kalbinde de, dedem için güzel bir sayfa açılır. Ayrıca büyüklerinizi kaybetmeden, onların neler yaşadıklarını öğrenmenize ve onları ne kadar çok sevdiğinizi söyleyebilmek için hala bir fırsatınız olduğunu anlayabilmenize bir vesile olur.
  Sevgilerimle…
  Bir deli kızın türküsü benimkisi. Kimi zaman neşeli, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman umutlu, kimi zaman gamlı.Ama hep sevgi dolu,hep içten,hep içinizden.
  Hepimiz böyle değil miyiz? Hepimizin bir türküsü yok mu bu hayatta? Kimi zaman türkümüzü neşeyle söylüyoruz, kimi zaman gözü yaşlı okuyoruz. Ama türkümüz hiç bitmiyor. Bitmesin,bitmemeli de.
  Benim türkümde de düşüncelerimi öğreneceksiniz. Sorularımı, yanılgılarımı ve şaşkınlıklarımı göreceksiniz. İç dünyamda bir geziye çıkacaksınız. Kimi zaman kalbimden, kimi zaman aklımdan geçenler dünyamı gösterecek size.
  Ve umarım bu deli kızın türküsünü dinlerken; siz de türkünüzü daha neşeli, daha umutlu söylemeye başlayacaksınız...